MEVLİD KANDİLİ BİDATMİDİR- İhsan ŞENOCAK
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır. Karşıt olarak nitelediği ameliyeleri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanarak “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konulardan biri de, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1] Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerde cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifallerden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseyen yazar ve vaizlerin idaresindeki gazete ve kürsülerde de rebiulevvel ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifallerde İslami esaslara riayet edilmemesi gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerde soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulacaktır.
MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birlikteliğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamberlere ulaşma, peygamberler de birbirlerini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2] buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleriyle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifallerle ferahnak olur. Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]
Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetlerin oluşmasına neden olmuştur. Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmektedir. Mahmud Paşa da matematiksel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4]Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifallerin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferuddin de kutlamaları bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5].
Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeleri, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleleri ihtiva eder. Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurlardı. İnşad edilen şiirler, dinleyiciler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifallerinde mevcut geleneği devam ettirdiler. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundular. O’nunla sevinenler, hediyelerle insanları sevindirirler.
Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatinin oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedirler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifallerde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerden dolayı karşı çıktığını söylemektedir.
İbn Teymiyye
Çağdaş selefiliğin en güçlü referanslarından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildir. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedir: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatlarından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır. Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemektedir. İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyelerinden dolayı sevap kazanmalarını Ahmed b. Hanbel (rahimehullah)’den naklettiği bir fetva ile delillendirir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebinde Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmayan fonun gece sohbetlerini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerine sarfedilmesini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeyen daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyeler bidat kapsamına girer.Istılahta bidat, kendisinden uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7] , “Her bidat delalettir.”[8] Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenmektedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir.
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder. Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedir: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplinde amaçlanan şey kastedilir.” [9] Buna göre bir şeyin bidat olabilmesi için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklanmaktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesinde ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10]. Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedir. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilmiştir.
Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufların bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendirilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11].
İnsana ait fiiller ve tasarrufların bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarla çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur. Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlardan birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetinde mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetinde farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlardan uzaksa mübah addedilir.
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerle çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalalettir.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektirir. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmektedirler[12]. Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifaller “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyle maslahattırlar. Bu ihtifallerdeki anma ve anlama ameliyeleri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyeler daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifaller dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler. Çünkü adettirler. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlardan biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır. Karşıt olarak nitelediği ameliyeleri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanarak “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konulardan biri de, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1] Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerde cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifallerden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseyen yazar ve vaizlerin idaresindeki gazete ve kürsülerde de rebiulevvel ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifallerde İslami esaslara riayet edilmemesi gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerde soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulacaktır.
MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birlikteliğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamberlere ulaşma, peygamberler de birbirlerini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2] buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleriyle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifallerle ferahnak olur. Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]
Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetlerin oluşmasına neden olmuştur. Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmektedir. Mahmud Paşa da matematiksel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4]Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifallerin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferuddin de kutlamaları bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5].
Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeleri, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleleri ihtiva eder. Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurlardı. İnşad edilen şiirler, dinleyiciler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifallerinde mevcut geleneği devam ettirdiler. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundular. O’nunla sevinenler, hediyelerle insanları sevindirirler.
Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatinin oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedirler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifallerde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerden dolayı karşı çıktığını söylemektedir.
İbn Teymiyye
Çağdaş selefiliğin en güçlü referanslarından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildir. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedir: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatlarından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır. Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemektedir. İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyelerinden dolayı sevap kazanmalarını Ahmed b. Hanbel (rahimehullah)’den naklettiği bir fetva ile delillendirir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebinde Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmayan fonun gece sohbetlerini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerine sarfedilmesini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeyen daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyeler bidat kapsamına girer.Istılahta bidat, kendisinden uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7] , “Her bidat delalettir.”[8] Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenmektedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir.
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder. Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedir: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplinde amaçlanan şey kastedilir.” [9] Buna göre bir şeyin bidat olabilmesi için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklanmaktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesinde ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10]. Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedir. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilmiştir.
Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufların bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendirilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11].
İnsana ait fiiller ve tasarrufların bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarla çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur. Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlardan birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetinde mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetinde farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlardan uzaksa mübah addedilir.
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerle çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalalettir.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektirir. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmektedirler[12]. Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifaller “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyle maslahattırlar. Bu ihtifallerdeki anma ve anlama ameliyeleri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyeler daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifaller dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler. Çünkü adettirler. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlardan biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.